Cemil Kavukçu: “Bursa çocukluğumun masal kenti”
Cemil Kavukçu , bugüne kadar pek çok öykü kitabı yazdı, ayrıca üç romanın sahibi. Çocuklar için de eserleri var. “Patika” (1987) adlı yapıtıyla Yaşar Nabi Nayır, “Uzak Noktalara Doğru” adlı eseriyle (1996) Sait Faik Hikâye Armağanı’nın sahibi oldu. Günümüz öykücülüğünün en güçlü kalemlerinden Kavukçu, bu yıl 15. yaşını kutlayan Bursa Kitap Fuarı’nın da onur yazarı.
“Yazmak eyleminin bendeki karşılığı, kendimi yatıştırmak olsa gerek” diyen Cemil Kavukçu, kaybolan değerler karşısında duyduğu hüznün, öykücüyle biçimlenen yazı yolculuğunun başlangıcı olduğunu söylüyor. Cemil Kavukçu ile taşrayı, kenti ve doğduğu topraklarda bu kez onur yazarı olarak davet edilmesini konuştuk.
İnegöllüsünüz ve “Angelacoma’nın Duvarları” kitabında yaşamınızın o yıllarını anlattınız. Şimdi Bursa’daki kitap fuarında onur konuğu olacaksınız. Bu size neler düşündürüyor?
Öncelikle çok mutlu olduğumu söylemek isterim, onur duydum. Bursa, çocukluğumun masal kentiydi. Çok sık olmasa da halalarımı ve amcamı ziyarete giderdik. Bir türlü sabaha ulaşamayan geceyi uykusuz geçirmekle başlardı yolculuk heyecanı. İçi benzin kokan, midemi bulandıran otobüs Bursa’ya varmak bilmezdi. İnegöl’dekine benzemeyen bir kokusu vardı Bursa’nın. Bu masalın en ürkütücü ama beni en çeken görüntüsü Setbaşı köprüsüydü. Aşağı baktığımda gördüğüm sonsuzluktu. Sonra da Kültürpark tabii. Özellikle de çarpışan otolar. Kitap Fuarı’na başından beri katıldım. Bu kez de onur konuğu olarak geliyorum, masalımın başka bir boyutu, ne diyebilirim ki.
Bir yerde “benim meselem yitirdiğim, var olmayan kasabamın sözcüklerle yeniden inşa edilmesiydi” diyorsunuz. Eserlerinizin gerçeklikle bağı biliniyor, yaşadıklarınızı, bildiklerinizi anlattınız. İnşa süreci için şimdi neler söylersiniz?
Yaşadıklarım, duygularım ve düş gücümle sınırlı bir inşaydı bu. Kaybolan değerler karşısında duyduğum hüzün, öyküyle biçimlenen yazı yolculuğumun çıkış noktasını oluşturdu. İnegöl, doğal dokusunu yitirmiş, hızla büyüyen, kentleşme çabasındaki yerlerden biri benim için. Çocukluk ve gençlik anılarımın silindiği, kent olmak için kimliğini yok eden kasabamda kendimi yabancı hissediyorum artık.
Yapıtlarınızda genelde kenarda olanı, az görüneni ya da kenarlara saklananları anlattınız ve öykü karakterlerinizin hemen hepsi erkeklerden oluşuyor. Kadınlar eserlerinizde neden az görünüyor?
Bana sıkça sorulan sorulardan biridir kadının öykülerimde az yer alması. Aşkı, kadın erkek ilişkilerini irdeleyen temalar, yazma serüvenimde ilgi alanım dışında kalmış gibi görünüyor. Oysa öykülerimde, görünmeseler de kadınlar var. Anlattığım, alkole sığınmış yalnız erkeklerin yanaşamadığı limanlardı kadınlar. Onların yoksunluğunu, sıcaklığını yaşayamadıkları için kaybolmuş erkekleri anlattım ben.
Taşra edebiyatı diye adı konulan bir damar var ve siz bu alanın temsilcilerinden biri olarak nitelendiriliyorsunuz. İlkin, bu sınıflandırmaya katılıyor musunuz?
Katılmıyorum. Örneğin John Cheever için taşranın Çehov’u denmiştir. Bu hem Cheever’e hem de Çehov’a haksızlıktır. Bizde de köyü ve köy yaşamını anlatan öykü ve romanlar için köy edebiyatı yakıştırması yapılmıştır. Köy edebiyatı ne demektir? Aslolan insandır, yazar tercihini toplumun o kesiminden yapmıştır.
İkincisi, taşra ve kent (modernleşme) çelişkisi edebiyatınızın izleklerinden biri. Kentleşmenin halen özendirilirken, taşrayı anlatan yazının bugünü ve geleceğini nasıl yorumlarsınız?
Taşra yerine varoşun kullanıldığı bir süreçteyiz. Yeni bir düşünüş, tepki, isyan ve dünya görüşüyle karşı karşıyayız. İlk tepkilerini müzikte, daha sonra sinemada gördük ama edebiyata henüz yansımadı. Söylenememiş, haykırılamamış çok şey var. Bu kuşaktan gelen seslerin yepyeni bir alan açacağı, bir patlama yapacağı beklentisi içindeyim.
Taşra dediğimiz, aslında İstanbul dışındaki her yeri kapsayan coğrafyada, sizce nasıl bir değişim var? Belleğinizdeki ile bugünkü taşranın farklılıkları neler?
Taşrayı küçümseyen İstanbul sonunda büyük bir taşra oldu. Fizikteki ısı kuramı gibi, büyük kentler dev kasabalara, ilçeler cüce kentlere dönüşene dek sürecek bu “ısı” alışverişi. Kültürel erozyon da başladığı gibi devam edecek.
Edebiyatınızın en güçlü yanlarından biri, diyalog yazını. Bu ustalık, edebiyat ile yaşamın sıkı bağı nedeniyle oluşuyor olabilir mi?
Yazarın üç şeye gereksinimi vardır; deneyim, birikim ve hayal gücü. Diyalog, bence deneyimin alanına giriyor. Bu, yaşamınız ile ilgili. Diyalogları yazmadan önce bütün tınılarıyla o sesi duymanız, o kişiyi tanımanız gerekiyor. Bu da yeterli değil, kim konuşuyorsa gözünüzün önünde canlanmalı. Onu görmeden, sesini duymadan yazamıyorum.
Öykücülerin roman yazması sık karşılaşılan bir durum. Öyküden romana geçişte sizin deneyiminiz nasıldı?
Hiçbir zaman öyküyü romana geçmek için bir basamak olarak görmedim. Roman yazarı olduğumu düşünüyordum ama bilmediğim öykücü yanım önde çıktı. Üç roman yazdım ve bende öykünün daha baskın olduğunu gördüm. Çocuklar için yazarken ise romanı tercih ediyorum ve bundan müthiş keyif alıyorum.
Siz ilk eserlerinizi kendi olanaklarınızla bastırdınız. Şimdi yeni yazarların daha fazla imkânı var. Yayınevlerinin sayısındaki artış, yayınevlerinin ilk kitaplara ilgisi, fuarlar, dergiler… Belki bu nedenlerle özellikle öykü yazınında artış görüyoruz. Bu nicelik artışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce nitelik de aynı oranda gelişiyor mu?
Elimden geldiğince genç yazarları dergilerde olsun, yayımladıkları kitaplarda olsun izlemeye çalışıyorum. Özellikle öykücüler için dergilerin bir okul olduğunu, o kanallardan okurla buluşmadan kitap çıkarmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Günümüzde bir biçimde genç yazarların aceleciliğine yanıt verecek kanallar var. Sonuçta, parasını ödediğinizde kitabınızı çıkarabiliyorsunuz. Ama edebiyat dünyasının kapılarını aralamanın yolu bu değil.
Nicel artış ne olursa olsun bunun bir de nitel karşılığı var.
Nuri Bilge Ceylan’la bir senaryo çalışmanız oldu. Ayrıca eserlerinizin sinemaya yakınlığından söz edilir. Bildiğim kadarıyla bir kısa film de çekilmişti. Şu eserimin sinemaya uyarlanmasını isterim, diyor musunuz?
Bu konuda kararsızım. Öykülerimi ya da romanlarımı yazmadan önce bir filmmiş gibi gözümün önünde canlandırırım. Gördüklerimi sözcüklere dökmeye çalışırım. Sözcüklerim başkası tarafından görüntüye dönüştürülürken bana ait olmaktan çıkacaklarını, başka bir gözün ürünü olacaklarını biliyorum. Hoş, kısa filmler dışında bu konuda bir öneri almadım ama, alırsam da onun başka bir disiplinde yeniden var olacağını peşinen kabul ederim. O artık benim öyküm ya da romanım değil, yönetmenin filmi olur.