Kitap denilince akla hemen yazarlar gelir. Oysa Türkiye’de yayımlanan kitapların çoğunluğu çeviri. Çeviri kitap oranı yüzde 40, teliflilerin oranları ise yaklaşık yüzde 8. Haliyle birikimimizde çevirmenlerin emeği yerli yazarlardan hayli fazla. Celâl Üster Türkçenin en yetkin çevirmenlerinden. Bugüne kadar seksene yakın eseri dilimize kazandırdı. Jorge Luis Borges’in birçok kitabını onun Türkçesiyle okuduk. Jaroslay Hasek’in “Aslan Asker Şvayk”ı, George Orwell’in “1984” ile “Hayvan Çiftliği”, George Thomson’ın “Tarihöncesi Ege”si bir çırpıda akla gelen diğerleri.
“Kuşku ile merak çevirmene yol gösterir”
Celal Üster, çeviri yaparken merak ve kuşkunun yol gösterici olduğunu söylüyor: “Belki de tüm bir bilimin anasıyla babası sayılabilecek bu iki ‘nadir yaratık’ çeviri yaparken de çok işe yarar.”
İngilizceden çeviri yapan Üster, dil ortaklığından öte, ruh birliği hissettiği yazarların ise Latin Amerikalı olduğunu aktarıyor: “Sanki Türkçe yazılıp gizlenmiş de, ben onu bulup çıkarıyormuşum gibi…”
Çevirmenlerin sorumluluklarından söz ederken verdiği örnekler ise, Türkiye’deki “entelektüel geç kalmışlığın” özeti gibi:
“Cervantes’in 1605’te yayımlanan ve pek çoklarınca romanın başlangıcı sayılan “Don Quijote”sinin aslından ve eksiksiz Türkçe çevirisi 1996’da, yani ilk yayımlanışından tam 391 yıl sonra çıktı. Dante’nin “İlahi Komedya”sı gibi başyapıt, ilk yayımlanışından 700 yıla yakın bir süre sonra aslından, koşuk diliyle ve eksiksiz olarak dilimize çevrildi. Eh, Stevenson’ın 1886’da yayımlanan “Dr. Jekyll ile Bay Hyde”ının doğru dürüst bir Türkçesi 2016’da çıkmış, çok mu yani!..”
Rus klasiklerinin etkisi
Yanılmıyorsam lise yıllarında çeviri yapmaya başladınız.
Evet, çeviri denemeleri yapmaya İngiliz Erkek Lisesi’ndeki yıllarımda başlamıştım. Ama koca sınıfta, belki de koca okulda neden bir tek ben çeviriye ilgi duydum? Onca yıl geçti, bunun sırrını hâlâ çözmüş değilim.
O sıralar, resmi ders izlencesini hiç umursamayan, bize gerçek edebiyatı öğretmeye çalışan hocam Tahir Alangu’nun da etkisiyle, çok okuduğumu anımsıyorum. Ertesi sabahki tarih ya da coğrafya sınavına çalışmam gerekirken, Orhan Kemal’in “Murtaza”sıyla sokaklarda düdüğe asılıyor, Yaşar Kemal’in “İnce Memed”iyle dağlara çıkıyor, Dostoyevski’nin “Budala”sı Prens Mışkin’in aşk acılarını paylaşıyordum. Hasan Âli Ediz ile Nihal Yalaza Taluy’un 19. yüzyıl Rus klasiklerinden yaptıkları çevirilere hayrandım. Biraz eski bir dil olmakla birlikte, romanın “havasını” çok iyi yansıtıyorlardı. Belki bunun da etkisi vardı çeviriye yönelmemde. Acaba ben nasıl yaparım, becerebilir miyim, falan diye…
İlk çevirdiğiniz metni hatırlıyor musunuz? Yayımlandığında neler hissetmiştiniz?
İlk olarak T. S. Eliot’ın “The Love Song of J. Alfred Prufrock” şiirini, bir de Shakespeare’in “Shall I compare thee to a summer’s day” diye başlayan 18. sonesini çevirmiştim yanılmıyorsam. Bu iki çeviri de kayboldu, ama 18. sonenin ilk dizesini “Bir tutar mıyım seni bir yaz günüyle” diye çevirdiğimi anımsıyorum. Cehaletin cesareti işte! Borges Oscar Wilde’ın “Mutlu Prens”ini çevirdiğinde dokuz yaşındaymış, hatta babası çevirdi sanmışlar, ben Shakespeare çevirdiğimde on yedi yaşında falandım. Eh, o kadar da fark olsun aramızda!..
Şaka bir yana, doğru dürüst ilk çevirim 1960’ların sonlarında Memet Fuat’ın Yeni Dergi’sinde yayımlandı: Meksikalı yazar Juan Rulfo’nun “Bize Toprak Verdiler” adlı kısa öyküsü. Bu öykünün dergide yayımlandığı gün, Sinematek’in filmlerinin gösterildiği Bomonti’deki Kervan Sineması’ndaydım. Dışarıda, kapının önünde sigara içiyorduk. Merdivenlerin başında Nedim Gürsel göründü ve elindeki dergiyi sallayarak, “Çevirin çıktı! Çevirin çıktı!” diye bağırdı. Dünyalar benim oldu. O akşam bunu kutlarken, rakıdan çok, ilk çevirimin Yeni Dergi’deki basılı sayfalarıydı beni sarhoş eden. O sayıyı günlerce yanımda taşımıştım.
Memet Fuat’ın Yeni Dergi’si
Tabii o dönemde dergilerde metnin yayımlanmasının da ayrı bir anlamı var.
O günlerde iki önemli dergi vardı benim gözümde: Memet Fuat’ın Yeni Dergi’si ve Cemal Süreya’nın Papirüs’ü. Yeni Dergi’nin Cağaloğlu’da Vilayet Han’daki küçücük bürosu benim için bir okul oldu. Dönemin önde gelen şairlerinin, yazarlarının uğrak yeriydi. Melih Cevdet, Yaşar Kemal, Edip Cansever, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Fethi Naci, İlhan Berk, Füruzan, Tomris Uyar, Demir Özlü…
Ama Memet abinin ona götürdüğüm öykü ve deneme çevirilerini titizlikle gözden geçirip, hatalarımı beni hiç kırmadan göstermesini asla unutamam. Ne kadar talihliymişim…
O zamandan bu yana onlarca kitap çevirdiniz. Sizi en zorlayan eser hangisiydi? Ya da şöyle sorabilirim: Hangi eserlerin çevirisi zordur?
Valla, Memet abinin Yeni Dergi’nin 64. sayısında (Ocak 1970) “Çalışmalarını sürdürürse çok iyi bir çevirmen olacağını sandığımız Celal Üster…” demesinden bu yana sanırım seksene yakın kitap çevirdim. Aslına bakarsan, eğer iyi, özenli bir çeviri yapmaya niyetliysen her çeviri zordur. Ama yine de, bazıları biraz daha zordur! İlle de örnek vermek gerekiyorsa, George Thomson’ın “Tarihöncesi Ege”si derim. 1940’larda yazılmış olmasına karşın, farklı bilim alanlarından bir arada yararlanılarak yazılmış bir kitaptı “Tarihöncesi Ege”. Tarih, sosyoloji, etnoloji, antropoloji, arkeoloji, dilbilim…
O yüzden, özellikle bütün o bilim dallarının terimlerini Türkçede karşılamak hiç de kolay olmadı. Büyük bir sabır istiyordu. Ama hem Eski Yunan uygarlığına duyduğum yakınlık, hem de Thomson gibi konusunun uzmanı halis bir Marksistin yazdıklarını çeviriyor olmam, benim için yeterli itici güçlerdi.
Toplumlararası ruh birliği
Bir sohbetimiz sırasında söylediklerinizi hiç unutmam: “Kendimi en mutlu Latin Amerikalı yazarları çevirirken hissettim. Juan Rulfo çevirirken sanki o Türkçe söylüyor, ben duyuyorum gibi hissettim” demiştiniz. Çevirmenlerin salt dille değil de (çünkü sonuçta İngilizceden çeviri yapıyorsunuz) söyleyişle ilişkisinden bahseder misiniz?
Bu, her kitabın çevirisinde olmaz. Örneğin, bir İngiliz yazarın, H. G. Wells’in, George Orwell’in düşünsel ve ruhsal yapıları çok farklıdır. Onları çevirirken onların yapısına bürünmeniz gerekir. Ama, özellikle 1970’li yıllarda Latin Amerikalı yazarlar, Asturias, Rulfo, Marquez benim aklıma da, yüreğime de çok yakın düşüyordu diyebilirim. Rulfo’nun, sonradan “Kızgın Ova” adıyla kitaplaşan öykülerini çevirirken, gerçekten de Türkçesi sanki kendiliğinden akıp gitmişti. Birbirine çok uzak gibi görünen toplumlar arasındaki gözle görülmez, elle tutulmaz ruh birliği belki de. Daha sonra Mario Vargas Llosa’nın “Üveyanneye Övgü”sünü çevirirken de benzer bir durumu yaşamıştım. Sanki Türkçe yazılıp gizlenmiş de, ben onu bulup çıkarıyormuşum gibi…
Edebi çeviri için o dil kadar, hatta daha fazla Türkçeye hâkim olmanın önemine yazılarınızda değinmiştiniz. Bugün, yalnız çevirmenler için değil yazarlar için de bir “Türkçe sorunu” olduğunu söyleyebilir miyiz?
E tabii, Türkçe düşünüp Türkçe yazıyorsak, bu dili iyi bilmemiz, bu dilin inceliklerine vâkıf olmamız gerekmez mi? Hele edebiyat söz konusuysa gerisi teferruattır (!) dense yeridir. Yazar kalemle de, daktiloyla da, bilgisayarla da yazsa, aslında dille yazar, belki de bir dili yazar… Bir dil, o dilde yazan, o dili iyi kullanan iyi yazarlarla oluşur, gelişir, zenginleşir biraz da.
Evet, günümüzde kimi yazarların dil özensizliği ya da yetersizliği beni çok rahatsız ediyor, anlattıkları ne olursa olsun kullandıkları dilin savrukluğu, kötülüğü yazdıklarını okunmaz kılıyor, edebiyat olmaktan uzaklaştırıyor. Bu tür yazarların edebiyatımızın nitelikli yazarlarını okumadıkları gibi, dil üstüne hiç kafa yormadıklarını düşünüyorum. Keşke, Saussure’ün, “Dil… ön yüzü düşünce, arka yüzü ses olan bir kâğıt parçasına benzetilebilir; arka yüzü kesmeye kalkarsanız ön yüzü de kesersiniz” dediğini bilselerdi. Keşke, “İnsan bir ülkede yaşamaz, bir dilde yaşar. Ülkemiz, anayurdumuz dildir, başka bir ülke yoktur” diyen Cioran’ı okumuş olsalardı…
Bizden bir örnek vermek gerekirse, ’50 Kuşağı dediğimiz yazarları anmak isterim. Ferit Edgü, Demir Özlü, Erdal Öz, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar… Bu yazarlar ortak bir izlek ya da biçem çevresinde bir akım oluşturmazlar. Bambaşka özellikleri, nitelikleri olan yazarlardır. Onları ’50 Kuşağı adı altında birleştiren ise, yalnızca ilk kitaplarının 1950’li yıllarda yayımlanmış olması değil, belki daha çok, yenileşen dilimize ortak bir özen göstermeleri, bu özenli ve yeni dille gerçek anlamda çağdaş bir öykü edebiyatı oluşturmuş olmalarıdır.
Dil yazarlarca yenileştirilir
Öztürkçecisiniz. Zamanla bu tavrın katılığını yitirdiğini söyleyebilir miyiz? Değişimin nedeni nedir?
Doğrusunu istersen, 1930’ların devleti tarafından yönlendirildiği ve yönetildiği anlamda bir Öztürkçeci olduğum söylenemez. Hayatın içinde yaşayan bir organizma olan dilin, tepeden, yapay yollarla ve politik kararlarla değiştirilebileceği, yenileştirilebileceği ya da eskileştirilebileceği kanısında değilim. Dahası, bir dönem edebiyatın dil açısından Eski Türkçeciler-Öztürkçeciler diye ikiye bölünmesinin de zarar verdiği kanısındayım.
Ama dil zaman içinde değişen hayatın getirdiği gereksinimler sonucunda, özellikle o dili kullanan yazarlar tarafından yenileştirilir; bu da bir dayatma değil, doğal bir gelişme olur. Ben de, kuşkusuz, ilk çeviri yaptığım ve yazdığım yıllardan başlayarak böyle bir yenileşmeden yana çıktım. Ama Türkiye gibi, Arapça ve Farsçadan büyük ölçüde etkilenen Osmanlıcadan yeni Türkçeye geçmenin zorluklarını yaşamış bir toplumda, gerçek bir aydının eski kültürü de yeni kültürü de, eski dili de yeni dili de hakkıyla bilmesi ve kullanabilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bence, burada belirleyici olan, değişimin, yenileşmenin devlet tarafından dayatılmaması, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi günümüzde de bir “seçkinler dili”nin oluşturulmaya kalkılmaması. Çağdaş edebiyatımız kendi çağdaş dilini yaratmadı mı zaten? Salt eski dile saplanıp kalanlarda yeni bir düşünceye, yeni bir edebiyata rastlayabiliyor musun?
Aslında, bir yazarın ya da çevirmenin kullandığı dile bakışımızı Eski Türkçe-Öztürkçe karşıtlığıyla da sınırlamamalı derim. Örneğin, dilde sözdizimi, sentaks çok önemlidir. Kuşkusuz dilin yazar tarafından bilinçli olarak bozulup çarpıtılmasını kast etmiyorum, ama bugün pek çok yazarın Türkçenin sözdiziminden habersiz olduğunu görüyorum. Önemli olan, hangi sözcükleri kullandığından çok, dili bütün incelikleri, nüansları ve zenginliğiyle ustaca kullanabilmektir.
Peki “Şu kitabı katı bir Öztürkçe anlayışıyla çevirdim, keşke daha esnek olsaydım” dediğiniz bir eser var mı?
Özellikle roman ve öykü yazarken de, çevirirken de katı bir Öztürkçe anlayışı benimsersen çuvallarsın. Çünkü bu iki anlatı türü de yaşanan hayatın içinden serpilip boy atar. Geçmişte ya da günümüzde yaşatmaya çalıştığın karakterleri katı bir Öztürkçeyle konuşturmaya kalkarsan, onları gülünçleştirir, karikatürleştirirsin. Kaldı ki, geçmişten gelen ve yaşamayı sürdüren pek çok deyimi dışlayayım dersen, kullandığın dili cansızlaştırır, yoksullaştırırsın.
Sanırım, “Tarihöncesi Ege”yi çevirirken, yoğun bir terminoloji söz konusu olduğundan, pek çok terimin önerilen Öztürkçe karşılıklarını kullanmaya çalışmıştım. Ama sonraki basımda, esnekleştim mi bilmiyorum, bunların daha yerleşik karşılıklarını yeğledim.
İçi doldurulmuş köylü
Çeviri yaparken merakın kıymetiyle ilgili de yazılar yazdınız. Özellikle yanlış çeviri örneklerine dikkat çekerken. Siz çevirilerinizi nasıl bir merak içinde yapıyorsunuz? Örnekler verir misiniz?
“Merak ve kuşkuya bizim toplumda az rastlanır”
Merak’a bir de Kuşku’yu eklemek gerekir ki, bu ikisine bizim toplumda pek ender rastlanır. Belki de tüm bir bilimin anasıyla babası sayılabilecek bu iki “nadir yaratık” çeviri yaparken de çok işe yarar.
Bazen bir sözü, sözcüğü ya da deyimi çevirdiğinizde bir gariplik sezersiniz. (Tamam, burada “Merak” ve “Kuşku”ya Sezgi’yi de ekleyelim.) İşte o zaman Kuşku ve Merak girmelidir işin içine. O sözün başka anlamlarını, dolaylı karşılıklarını falan araştırıp bulursunuz ve bambaşka bir sonuç çıkar karşınıza, o gariplik de ortadan kalkar.
Örneğin, Borges’in “Düşsel Varlıklar Kitabı”nın eski çevirisine bakarken, “Kurtların Eleazar” diye bir lafa rastlamıştım. “Kurtların Eleazar” acep kim ola, diye merak ettim. Aslına baktım, Borges “Eleazar de Worms” diyordu. İngilizce çevirisinde de “Eleazar of Worms” denmişti. Evet, “worm” İngilizcede “kurt, solucan” demekti; ama “Kurtların Eleazar”da bir tuhaflık vardı, Borges’in metninde ne bir kurt vardı, ne de bir solucan. İçime bir kurt düştü, azıcık araştırayım dedim. Bir de ne göreyim: Aslında Almanya’nın en eski kentlerinden Worms’dan söz ediliyordu. Worms, Aşkenaz Yahudilerinin sinagoguyla da tanınan bir kentti. 1176-1238 yılları arasında yaşamış olan Eleazar ya da Elazar da bu sinagogun hahamlığını yapmış bir Talmud âlimi ve mistikti. Adamcağızın kurtlarla, solucanlarla hiç işi olmamıştı; Worms kentinde yaşadığı ve oradaki ünlü sinagogun hahamlığını yaptığı için “Worms’lu Eleazar” olarak tanınıyordu…
Çevirmen, burada “kurtlar”ın ne aradığını merak etmediği gibi, metnin İspanyolca aslına bakmayı da akıl edememişti. Baksaydı, Borges’in “Eleazar de Worms” dediğini görecekti. Oysa Borges “kurtlar”dan söz edecek olsaydı, büyük olasılıkla “gusano” sözcüğünü kullanırdı.
“Çevirmen vitrinde ‘içi doldurulmuş köylü’ gördüğünde meraklanmalı.”
Gülünç bir örnek daha vereyim: 1980 ya da 1981’di, yeni kurulan Adam Yayınları’nda editörlük yapıyordum. John Dos Passos’un bir romanının çevirisi vardı önümde. Romanın bir yerinde adam bir dükkânın önünden geçerken vitrinde “içi doldurulmuş bir köylü” görüyordu! Düşler, düşlemlerle dolu bir roman da değildi ki. Vitrine “içi doldurulmuş bir köylü” koymak düpedüz vahşetti! Romanın aslına bakınca işi aslı anlaşıldı:
Çevirmen, İngilizcede “sülün” anlamına gelen “pheasant” sözcüğünü, “peasant” diye okumuş ve tabii “köylü” diye çevirmişti. İnsan, dikkatinin dağıldığı bir anda bir sözcüğü yanlış okuyabilir, bu çok doğal. Ama adamın vitrinde “içi doldurulmuş bir köylü” görmesinden de biraz kuşkulansa fena olmaz…
700 yıl sonra Türkçede
“Dr. Jekyll ve Mr Hyde” romanını kısa bir süre önce sizin Türkçenizle okuyabildik. Sanıyorum ki bu, kitabın bugüne kadar yapılmış en doğru çevirisi. 1886 yılında yayımlanmış bir kitabı 2016’da gerçek haliyle okuyabilmek epey düşündürücü. Bu bağlamda, çevirmenin sorumlulukları nedir?
Cervantes’in 1605’te yayımlanan ve pek çoklarınca romanın başlangıcı sayılan “Don Quijote”sinin aslından ve eksiksiz Türkçe çevirisi 1996’da, yani ilk yayımlanışından tam 391 yıl sonra çıktı. Dante’nin “İlahi Komedya”sı gibi başyapıt, ilk yayımlanışından 700 yıla yakın bir süre sonra aslından, koşuk diliyle ve eksiksiz olarak dilimize çevrildi. Galileo Galilei’nin “İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog”u Türkçede tam 477 yıl sonra aslından yapılmış, eksiksiz bir çeviriyle yayımlandı. Eh, Stevenson’ın 1886’da yayımlanan “Dr. Jekyll ile Bay Hyde”ının doğru dürüst bir Türkçesi 2016’da çıkmış, çok mu yani!..
Pekâlâ; bir de meselenin diğer tarafına bakalım: Türkiye’de zihinsel üretimin, emeğin ederinin azlığı hepimizin malumu. Sizce bu sorun -misal çeviri alanında- nasıl aşılabilir? Kimlere görev düşüyor?
Bu konu bildim bileli konuşuluyor, tartışılıyor. 1980 askeri darbesinden sonra işçilerin kazanılmış haklarının pek çoğunun geri alındığı ve bir daha da geri verilmediği bir ülkede yaşıyoruz. Bu olgu, elbette, bir kafa emekçisi saymamız gereken çevirmenin emeğinin karşılığını gerçek anlamda alamaması olarak da çıkıyor karşımıza. Ama Türkiye’deki kitapların baskı adedi de önemli bu açıdan. Örneğin, 200 sayfalık bir kitap çeviriyorsunuz ve 1000 ya da 2000 adet basılıyor. Basılan kitap sayısı yüksek, fakat baskı adetleri çok düşük. O kitap 1000 yerine 20.000 adet basılsa, çevirmenin eline daha doğru dürüst bir para geçer. Bunlar, ülkenin emeğe saygı ve entelektüel düzeyiyle ilgili konular…
‘Hamam’ ‘parça’ları
Eminim çeviriyle ilgili pek çok anınız vardır. Brini anlatır mısınız?
1970 ya da 1971’di. Cengiz Tuncer ile Aydın Emeç’in yönettikleri E Yayınları’na Iris Murdoch’un “İtalyan Kızı” adlı romanını çeviriyordum. Çeviri biraz uzadı (bu hep olur!) ve bir ay kadar geç teslim ettim çeviriyi. Bir gün yayınevinin Cağaloğlu’daki bürosunda oturmuş, sohbet ediyorduk. Benim “İtalyan Kızı” çevirisi, bildiğim kadarıyla, matbaadaydı. Bir ara, Cengiz abi bana dönüp, “Senin çeviriyi neden geç teslim ettiğini anladık!” dedi. Aslında belirli bir nedeni yoktu, çeviri gecikmişti, o kadar. Merak içinde, “Neden?” diye soracak oldum. Cengiz abi masasının çekmecesini çekip bir kitap çıkardı, önüme attı. Aldım, baktım. Kapağında “Hamam” yazıyor; bir de sabun köpükleri içinde çırılçıplak bir kadın fotoğrafı. O sıralar Beyoğlu’da kaldırımda satılan “seks” kitaplarından. Cengiz abi, “Ne ilgisi var?” dercesine baktığımı görünce, “Aç da, şöyle bir göz at!” dedi.
Açtım, baktım ve çok geçmeden anladım! Birileri, benim çeviriyi matbaadan yürütmüş ve romanın her bölümünün sonuna esaslı bir “parça”, bir “seks sahnesi” ekleyerek “Hamam” adıyla basmış!..
Cengiz abi gülümseyerek dedi ki: “Demek, arada bu ‘parça’ları yazdın, o yüzden gecikti çeviri…”
Son olarak: Çeviri üstüne pek çok yazı yazdınız. Sanırım şimdi onlar kitaplaşacak… Bu çalışmadan söz eder misiniz?
Hocam Cevat Çapan, “Şiir çevir, denize at!” demişti. Aynı şey çeviri üstüne yazmak için de söylenebilir belki. Türkiye’de yayımlanan kitapların büyük bir bölümünü çeviriler oluşturmasına karşın, çeviri eleştirisi bir türlü yerli yerine oturamadı. Bu uğraşa bu kadar emek veren, kafa patlatan bir adam olarak bu konuda zaman zaman bir şeyler karaladım. Bir de, anılar, çeviri uğraşında bana yol gösteren, esin veren büyüklerimle ilgili anılar var tabii. İşte bütün bunlardan bir kitap çıkar herhalde dedim sonunda. Büyük olasılıkla “Bir ‘Çevirgen’in Notları” olacak adı; Adnan Benk’in bir çeviri eleştirisinde kullandığı o sözcükten mülhem…