1985’te TÜYAP’ın konuğu olan Rus şair Yevtuşenko ile Celal Üster’in yaptığı söyleşi
RÖPORTAJ

1 Nisan’da yitirdiğimiz Rus şair Yevtuşenko ile Celal Üster, 1985 yılında, arkeolog Halet Çambel’in Arnavutköy’deki yalısında bir söyleşi yapmıştı. Bu söyleşi, Yevtuşenko’nun, TÜYAP ve Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye geldiğinde yapıldı. O dönem Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan söyleşinin tam metnini, Celal Üster’e teşekkürlerimizi sunarak aktarıyoruz:

Sovyet ozan Yevgeni Yevtuşenko, TÜYAP’ın ve Dışişleri Bakanlığı’nın konuğu olarak ülkemizde. Aynı zamanda TÜYAP 4. İstanbul Kitap Fuarı’nın Angelika Mechtel’le birlikte, iki konuk yazarından biri Yevtuşenko. Türk okurlarının “Yaşantım”, “Babi Yar” ve “Zima Kavşağı” adlı üç kitabıyla tanıdığı Yevtuşenko’yla bir dost evinde verilen yemekte birlikte olduk.

Yemek öncesi bir masanın çevresinde ayaküstü sohbet koyulaşırken, ozanlığının, yazarlığının yanı sıra, film yönetmenliği de olan ve “Çocuk Bahçesi” adlı bir filmi bulunan Yevtuşenko, sinemadan söz açıyor. Ama dertli bu konuda. “Üç Silahşörler”i beyazperdeye aktarmayı tasarlıyor. Üstelik çok iddialı da bir kadro kurmuş kafasında. Dartanyan’ı Jack Nicholson’a oynatmayı düşünüyor. “Üç Silahşörler”den ikisini ise Peter Ustinov ile Vittorio Gassman’a oynatmayı tasarlamış. “Ama” diyor, “sinema çok para isteyen bir iş. Aslında bir zamanlar İtalyanlar çok güzel filmler yaptılar. Örneğin, Yeni Gerçekçilik dönemi. Hem biliyor musunuz, o filmler neredeyse bedavaya çıktı. Ama artık o günler geride kaldı. Şimdi sinema para işi. Ancak gene de özellikle son iki yıldır Sovyetler Birliği’nde çok güzel filmler çevrildi. Hem oyuncu hem yönetmen olan Ralan Bekov’un bir filmi var: ‘Korkuluk.’ Gençlerin sorunları üstüne çok başarılı bir film. Gene gençler üstüne ‘Breakfast Club’ adlı bir Amerikan filmi görmüştüm. O da iyiydi. Ama ‘Korkuluk’ fark atar ona.”

Gürcü hayranı

Yevgeni Yevtuşenko gerçi Rus, ama sohbetimiz boyunca durmadan Gürcülerden ve Gürcistan’tan söz ediyor. Tam bir Gürcü havranı. Bir de önerisi var Türk sinemacılara. Yevtuşenko, Sovyetler Birliği’nin en başarılı filmlerini çeviren Gürcü yönetmenlerle Türk sinemacıların çok iyi bir işbirliği yapabileceğini, ortak yapımlar gerçekleştirileceğini ileri sürüyor. Otar Yosselani’nin, Georgi Çengelaya’nın, Sergey Paradjanov’un filmlerinden söz açıyor az sonra: “Otar Yosselani’nin Fransa’da yaptığı filmi beğenmedim gerçi. Venedik Film Şenliği’nde ona ödül verdik, ama kötülerin iyisi olduğu için. Ancak Yosselani’nin Gürcistan’da çevirdiği filmler çok başarılı. Paradjanov’un son filmi ise olağandışı. Sanki sinema değil, olağanüstü bir resim sergisi. Pek hareket yok, ama şiirsel. Aslında kitleler için yapılmış bir film değil. Ama her bir karesi harikulade. Diyeceğim, Gürcüler sinemada çok iyi. Yılda 15 film çeviriyorlar, 12’si olağanüstü. Örneğin, “Mavi Dağlar” diye bir film var. Bir yayınevindeki bürokratları sergileyen satirik bir komedi. Harika bir film.”

Çok geçmeden, sözü yeniden Gürcülerle kültürel işbirliğine getiriyor Yevtuşenko. Ama hiç kuşkusuz bunun bir “karar” sorunu olduğunu vurguluyor: “Yalnız, şimdi karar deyince aklıma eski bir olay geldi. Ben, 17 yaşındayken genç bir kızı baştan çıkarmaya karar vermiştim. Kız sonradan üç kez evlendi, üç kez boşandı, ama hiçbirinde benimle değil…” Bu kadar Gürcü lafından sonra aklımıza ister istemez bir soru geliyor. Yoksa Gürcülük mü var Yevtuşenko’da? “Hayır” diyor, “Gürcülük yok bende. Ama bir keresinde Gürcistan’da zehirlenmiştim. Hastaneye kaldırdılar ve orada kan verdiler. İşte Gürcü kanı oradan geçti bana herhalde.”

En iyi primitif ressam

Evinde Gürcü naif ressam Pirosmani’nin kocaman bir tablosu bulunduğunu öğreniyoruz Yevtuşenko’dan. “Harika bir adam, büyük bir ressam, bence en iyi primitif ressam” diyor Pirosmani için. Sonra da “Bakın, size bir hikâyesini anlatayım” diye başlıyor: “İlk başlarda küçük bir manav dükkânı varmış Pirosmani’nin. Amatör olarak da resim yaparmış. Bir gece Tiflis’te bir gece kulübüne gitmiş. Kulüpte, Margarita adında Fransız bir kadın şarkıcı söylüyor. Pirosmani, o saat vuruluvermiş Margarita’ya. Gitmiş, manav dükkânını satmış, söylenene bakılırsa milyonlarca çiçek almış. Margarita’nın çalışlığı kulübün bulunduğu sokağı çiçeklerle donatmış. Ve bunun sonucunda Margarita bir geceliğine Pirosmani’yle birlikte olmuş. Ama yalnız bir geceliğine. Ondan sonra da Pirosmani kendini içkiye ve resme vurmuş.”

Yevgeni Yevtuşenko, çok gezen bir ozan. Gezmediği ülke kalmamış yeryüzünde “Biz ozanlar barışın elçileriyiz, politikacı değiliz” diyor. Burada gene bir hikâye geliyor aklına. 1968’de ABD Başkanı olan Richard Nixon’la görüşmesini unutamıyor. Gerçekten de bu görüşme, bir ozan ile bir politikacı arasındaki ayrımı vurgulaması açısından çok ilginç:

“Beyaz Saray’daki odasına girdiğimizde Nixon, çok tedirgin ve gergindi. Hemen Rus edebiyatından söz etmeye başladı ve Tolstoyevski’yi çok sevdiğini söyledi! Aslında, görüşmeye gitmeden önce kendisine Kuzey Vietnam’da ölü bir Vietnamlı askerin elinde bulduğum Ernest Hemingway’in ‘İhtiyar Adam ve Deniz’ adlı romanını armağan etmeyi tasarlıyordum. Ama yanına girince bundan vazgeçtim nedense. Nixon, bana Sovyetler’le Amerikalıların hangi ortak noktadan yola çıkabileceğini sordu. Ben de, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Sovyet askerleriyle Amerikan askerlerinin Elbe üstünde kucaklaştıklarını, o sırada Sovyet askerlerinin elinde votka, Amerikan askerlerinin elinde viski şişelerinin bulunduğunu söyledim. Nixon, yanındakilere dönüp, ‘Elbe nedir?’ diye sordu. Çünkü ben konuşurken yalnızca ‘Elbe’ demiş, ‘Elbe Nehri’ dememiştim.”

Ama Yevtuşenko’nun anlattığı Nixon öyküsünün devamı da var. Üstelik devamı Moskova’da. Çünkü bu görüşmeden kısa bir süre sonra Nixon, Moskova’ya gitmiş. Sonrasını gene Yevtuşenko’dan dinleyelim: “Nixon, Moskova’ya gelmişti. Ben Yazarlar Birliği’nin lokalinde oturuyordum. Bir de baktık, TV’de bir konuşma yapıyor Nixon. Herkes ekranın önüne toplandı. Ben masamda öyle oturuyordum. Yanımda da temizlikçi kadın, çenesini süpürgeye dayamış Nixon’ı izliyordu. Ne dedi biliyor musunuz Nixon: ‘Sovyetler’le Amerikalılar bir ilk noktadan yola çıkabilirler. Bu da, Sovyet askerleriyle Amerikan askerlerinin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde kucaklaştıkları Elbe Nehri’dir!’ Yanımdaki temizlikçi kadının gözleri yaşarmıştı. Bana dönüp, ‘Bakın, bir de kötülüyorlar, oysa ne kadar iyi bir başkanları var Amerikalıların’ deyiverdi.”

En sevdiği ‘Usta ile Margarita’

Yevtuşenko hem ozan, hem yazar, hem film yönetmeni, ama aynı zamanda eski bir kaleci. Aklımıza ozanın kaleciliği gelince sohbeti politikadan futbola çeviriyoruz. Sovyetler Birliği’nde futbolun en iyi döneminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşandığını belirtiyor Yevtuşenko. O yılların ünlü Sovyet futbolcusu Babanov’u, Pele’den hemen sonra sayıyor. Babanov’dan sonra en beğendiği Sovyet futbolcular, bir zamanların milli santforu Strelzof ve sakatlanıp futbolu bırakmak zorunda kalan Dinamo Tiflisli ortasaha oyuncusu Kipiani. Yabancılar arasında ise Eusebio’yu, George Best’i, Platini’yi sıralıyor ilk ağızda. Son dönemin ünlü Sovyet oyuncusu Blohin’e gelince, o Yevtuşenko’nun gözdeleri arasında değil. Aklı hep bilek inceliği, futbol zarafeti olan oyuncularda.

Dost evindeki yemeğin sonlarına doğru, futboldaki gözdelerinden edebiyattaki gözdelerine geçiyor Yevgeni Yevtuşenko. Hemen Bulgakov’un “Usta ile Margarita”sından söz açıyor. Müthiş bir kitap olduğunu söylüyor “Usta ile Margarita”nın. Yemektekilerden birinin bu kitabı Türkçeye çevirdiğini, çevirmeninin de Aydın Emeç olduğunu söyleyince Yevtuşenko’nun gözleri parlıyor. Uzanıp elini sıkıyor Aydın Emeç’in, içtenlikle teşekkür ediyor. Sonra, tüm Sovyet döneminin en iyi düzyazı yazarı olduğunu söylediği Andrey Platonov’a geçiyor: “Hemingway okumuş Platonov’u. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce kendisiyle yapılan bir söyleşide Hemingway, en çok etkilendiği üç yazarın Tolstoy, Stendhal ve Platonov olduğunu söyler.”

Yevtuşenko’yla sohbetimiz Gürcü ozan, romancı ve şarkıcı Bulat Okucava’nın bir şarkısıyla noktalanıyor. Yevtuşenko’nun Okucava’dan söylediği ”Şarmanka Şarlatanka”nın ezgilerine bırakıyoruz kendimizi.

Diğer Röportaj İçerikleri